

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kemalizm’den Kopuşu ve ABD Liberalizmine Evrilme Süreci: Değişim mi, Dönüşüm mü?
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kemalizm’den Kopuşu ve ABD Liberalizmine Evrilme Süreci: Değişim mi, Dönüşüm mü?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana geçen yüzyıl, ideolojik temellerde ve yönetim sisteminde köklü değişimlerin yaşandığı bir süreç olmuştur. Kurucu felsefe olan Kemalizm; modernleşme, laiklik, milliyetçilik ve devletçilik ilkeleriyle Türkiye’yi bağımsız bir ulus-devlet olarak şekillendirdi. Ancak, Soğuk Savaş sonrası dönemde ve 21. yüzyılın dinamik küresel düzeninde, bu ilkelerden uzaklaşıldığına dair tartışmalar yoğunlaştı. Peki, bu bir evrim midir, yoksa bir dönüşüm mü? Kemalizm’den kopuş, bağımsız bir varoluş mücadelesinin parçası mıdır, yoksa ABD’nin temsil ettiği liberalizm ve yeni dünya düzenine teslimiyetin göstergesi midir? Bu sorular, değişimin nedenlerini ve niteliğini anlamak için kritik bir zemin sunuyor.
Kemalizm, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde modern bir ulus-devlet inşa etmek için tasarlanmıştı. Laiklik, devletin din üzerindeki kontrolünü sağlarken; milliyetçilik, çok kültürlü bir imparatorluktan homojen bir ulus kimliğine geçişi hedefliyordu. Devletçilik ise ekonomik kalkınmayı merkezi planlamayla destekliyordu. Ancak, 1940’lardan itibaren Batı ittifakına katılım, özellikle NATO üyeliği ve ABD ile yakınlaşma, bu ilkelerin uygulanabilirliğini sorgulattı. Soğuk Savaş’ta Türkiye, Sovyetler’e karşı tampon bölge olurken; ABD’nin liberal demokrasi ve serbest piyasa modeli, Kemalizm’in devletçi ve otoriter yapısıyla çelişmeye başladı.
yüzyılda ise küreselleşme ve neo-liberal politikalar, değişimi derinleştirdi. Özelleştirmeler, piyasa odaklı reformlar ve uluslararası kurumlarla entegrasyon, devletçiliği zayıflattı. Laiklik ise siyasi İslam’ın yükselişi ve toplumsal kutuplaşmalarla yeniden yorumlandı. Kimilerine göre bu, Türkiye’nin çağdaş dünyaya uyum için attığı zorunlu bir adımdı; kimilerine göreyse, kurucu ilkelerden vazgeçilerek bağımsızlık feda edildi.
ABD’nin liderlik ettiği liberal dünya düzeni; demokrasi, bireysel özgürlükler ve serbest piyasayı temel alıyor. Türkiye, 1980 darbesi sonrası Turgut Özal döneminde bu modele yaklaşmış, 2000’lerde AK Parti ile entegrasyon derinleşmiştir. Küresel ekonomiye katılım ve Batı ittifakındaki stratejik konum, avantajlar sağlasa da, Kemalizm’in milliyetçi ve devletçi unsurlarının aşınması, ülkeyi dış etkilere daha açık hale getirdi mi sorusunu gündeme taşıdı. Yeni dünya düzeni, ulus-devletlerin egemenliğini sınırlarken; Türkiye’nin NATO’dan kopmaması, ekonomik bağımlılıkları ve jeopolitik konumu, bu uyumu bir mecburiyet olarak pekiştiriyor. Ancak bu, Kemalizm’den vazgeçmek anlamına mı geliyor? Bazıları, Kemalizm’in statik olmadığını ve zamanla yeniden yorumlanabileceğini savunurken; diğerleri, Cumhuriyetin ruhunun kaybolduğunu öne sürüyor.
Türkiye’nin sistemindeki değişim, bir varoluş mücadelesi mi, yoksa ABD’ye teslimiyet mi? Dış politikadaki manevra kabiliyeti bu soruya ışık tutuyor. Son yıllarda Rusya ve Çin ile ilişkiler, S-400 krizi gibi adımlar, tam bir teslimiyet olmadığını gösteriyor. Ancak ekonomik kırılganlıklar ve Batı’ya bağımlılık, bağımsız duruşun sınırlarını çiziyor. Kemalizm’den arındırılmış güncelleme, Türkiye’nin iradesiyle mi gerçekleşti, yoksa küresel dayatmaların sonucu mu? Cevap, bu iki dinamiğin iç içe geçtiği bir yerde yatıyor olabilir. Türkiye, küresel kurallara uyum sağlama zorunluluğu ile tarihsel kimliğini koruma çabası arasında bir denge arıyor.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri değişim geçirmiştir; ancak bu bir dönüşüm mü, evrim mi, kesin bir yargıya varmak zor. Kemalizm’den kopuş, bazen bilinçli bir tercih, bazen küresel dinamiklerin dayatması olarak kendini gösterdi. ABD liberalizmine evrilme, bağımsız bir aktör olma mücadelesini ortadan kaldırmadı, ama bu mücadelenin koşullarını değiştirdi. Değişim, ne tam teslimiyet ne de özgür irade ürünü; tarihsel miras ile modern dünyanın gerçekleri arasında bir denge arayışıdır. Mevcut gelişmeler ışığında, son tahlilde Türkiye’nin durumu şöyledir: Cumhuriyet, 2025 itibarıyla ekonomik zorluklar ve jeopolitik gerilimler arasında sıkışmış olsa da, bağımsızlığını koruma iradesini tamamen yitirmemiştir. Rusya ve Çin ile yakınlaşmalar, NATO içindeki çatlaklara rağmen Batı ile bağların kopmaması ve iç politikada milliyetçi söylemlerin yükselişi, Türkiye’nin ne tam anlamıyla liberal bir dönüşüm geçirdiğini ne de Kemalizm’in klasik formuna döndüğünü gösteriyor. Aksine, ülke, pragmatik bir yaklaşımla küresel sistemde kendine yer açmaya çalışırken, tarihsel köklerinden kopmadan yeni bir kimlik inşa etme çabası içindedir. Bu, belki de Türkiye’nin 21. yüzyıldaki varoluş mücadelesinin en net özetidir: Ne eskinin katı ideolojisine sığınmak, ne de yeni düzenin mutlak bir uydusu olmak; ikisi arasında kendine özgü bir yol çizmek.